Skip to content Skip to footer

Çok okuyan mı, çok yazan mı?

 

Hakan Demir

“Okumanın yaşı olmaz”, “Kitap ruhun gıdasıdır”, “Okumak, kadın ve erkek her Müslüman’a farzdır”…

Okumakla ilgili özlü sözlerle bu sayfayı rahatlıkla doldurabiliriz. Daha sık kullanılan “Oku ki adam olasın”, “Biz okuyamadık, çocuklarımız okusun”, “Okuyup adam olmak”, “Hepsi okumuş çocuk” gibi güncelliğini hiç kaybetmeyen, sık duyduğumuz ifadelere baktığımızda bizim toplumumuzda okumaya ne kadar değer verildiğini anlarız. Okuma-yazma seferberlikleri son dönemlere kadar hep gündemde olagelmiştir. Ülkemizde çok az kitap, dergi, gazete okunduğundan yakınılır. Peki bu kadar çok önem verdiğimiz, milli bir sorun olarak gördüğümüz, kalkınmamız ve ileri bir medeniyet kurabilmemiz için elzem gördüğümüz bir konuda neden istediğimiz gelişmeyi bir türlü yakalayamıyoruz?

İnsan için okumak, kuşkusuz, insan olmanın, insani vasıflarını geliştirebilmenin, varlık, evren ve bunlar arasındaki seyahati anlamlandırabilmenin anahtarlarından biridir. Bu durum dolaylı olarak toplumlar için de geçerlidir. Bu nedenle okumayı örgütlü ve sistematik olarak düzenleyen kitap, okul, üniversite, kütüphane gibi kurumlara çok önem verilir. Bunların yaygınlaştırılması ve etkinliğinin arttırılması için büyük yatırımlar yapılır. Tüm bunlar temelde okumayı, okuyan sayısını arttırmaya yöneliktir. “Okumak”, Türkçe’de öğrenme ve bilgiye dayalı zenginleşme eylemi olmak yanında (ve çoğu zaman bundan daha fazla ve sık olarak) diploma edinme ve buna bağlı olarak iş-güç, makam-mevki sahibi olmak anlamında kullanılır. Bu ikinci anlamdaki kullanım (kendini çok kolay açığa vurmamakla birlikte) ilk ve asıl anlamını gölgelemekte, hatta gerçekleşmesine engel olmaktadır. Belli diplomaların ve unvanların alınmasının, ilgili kişilerin ilgili konularda yeterince “okuduğu”, artık okunacak fazla bir şey kalmadığı, o konuların en iyi bilenlerinin bu kişiler olduğu kanaati toplum tarafından bu kişilere yüklenir. Diplomalı, makam-mevki sahibi kişiler de bu kanaati benimseyip bundan doğan rahatlığa kapılınca okuma serüveni asıl başlayacağı yerde son bulmuş olur. Yukarıdaki soruya cevap teşkil edebilecek hususlardan biri, bu bakış açısı ile kendiliğinden tebarüz etmiş oluyor: Okumayı, bilgi, görgü ve sezgilerimizi kuvvetlendiren bir akış olarak sürdüremiyoruz; belli eşiklere bağlayıp orada dinlenmeye terk ediyoruz. İtiraf etmeliyiz ki “oku ki adam olasın” sözünü de daha çok “makam ve unvan sahibi olmak” anlamında kullanıyoruz.

Okumayı çoğu zaman “yazma” ile birlikte kullanırız, “okur-yazar” deriz örneğin. Kültürümüzde, yazmak da en az okumak kadar gelenek ögelerimize nüfuz etmiştir. “Katip arzu halim yaz yâre böyle”, “Yaz dostum; su üstüne yazı yazsan kalır mı?”, “Sel gider kumu kalır, söz gider yazı kalır”…

Okumak (yukarıda bir örneğini verdiğimiz gibi) eş sesli bir kelimedir. Ancak eş seslilik konusunda “yazmak” kadar zengin değildir (Elazığ Anadolu Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarımızda Türkçe öğretmenimiz Dilek Can’ın “Bir dilin zenginliği o dildeki kelime sayısının çokluğundan değil eş sesli kelimelerin çokluğundan kaynaklanır” dediğini hatırlıyorum. Temel anlamıyla (yazılı bir metni işaretler üzerinden zihne aktarma) okumak için daha önce yazılmış bir metne ihtiyaç vardır. Okumayı “bir metin okumak” değil de “olup biteni kavramak, edindiği verilere anlam vermek” biçiminde düşündüğümüzde de okuma eyleminden önce var olması gereken varlık ve olgular olması gerekir. Her iki anlamıyla da okuma kendinden önce yazılmış, üretilmiş verilere ihtiyaç duyar. Bu bakışla yazmak okumaktan önce gelmelidir. Okuyandan önce, bir yazanın okunacak bir metin ortaya koymuş olması gerekir (ve mu metin de okunabilir bir dizilim ve anlamlılık-tutarlılık ile oluşturulmuş olmalıdır). Okumayı, “olup biteni kavramak, edindiği verilere anlam vermek” yönünden ele aldığımızda aklımıza ilk gelenlerden biri, Kur’an-ı Kerim’deki Alak Suresinin ilk ayeti (ki ilk inen ayettir, malum) olan “Yaratan rabbinin adıyla oku” mesajıdır. Bu ayet, okumanın önemini vurgulamak için sıkça zikredilir. Bu ayete çokça atıf yapılırken hemen sonrasında gelen (4 ve 5. ayetler) “…Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren…” ayetlerine fazla dikkat çekilmez. Kur’an daha ilk ayetlerinde okumanın yanında “kalem”e, “yazmak suretiyle öğrenmeye” dikkat çekiyor.

Yazmak olmadan okumanın olamayacağı açıktır. Yazmak, okumak kadar, hatta ondan ayrılamayacak bir bütün oluşturmak derecesinde önemlidir (EAL’de tarih öğretmenimiz Vahdet Keleşyılmaz, “Boş bir kağıda, meramınızı düzgün bir şekilde anlatacak seviyede yazı yazamadan mezun edersek, hiçbir şey öğretmemişiz demektir” derdi. Yazmak, okumaya kıyasla çok daha aktif bir eylemdir. Bu, hem yazma fiilinin kendisi olarak, hem zihni kullanma bakımından, hem de yazılacak materyalin okunmaya değer olabilmesi için yazmadan önceki çabalar bakımından böyledir. Yazmak, okumayı zorunlu olarak içinde barındırır; yeterince okumadan anlamlı bir yazı ortaya koymak olacak iş değildir. Bir metin oluşturmak üzere yapılacak okumalar, belki de en verimli, en odaklı ve derin okumalardır. Bu durum “yazılı” sınava hazırlanan bir öğrenci için de tez hazırlayan bir akademisyen için de kitap, dergi, gazete köşesi, blog yazarı için de böyledir. Malzemesi bilgiden çok duygu olan bir şair bile çok şiir okumak zorundadır. Konusunda fevkalade uzmanlık edinmiş birisi için “kitabını okumuş” demeyiz; “kitabını yazmış” deriz.  Yazmak, yazmaya çalışmak yazacağımız konu ile ilgili olarak boşluklarımızı ortaya çıkaracak, zihnimizde bilinçli ve hedefli sorular oluşturacaktır. Boşluk doldurma ve sorulara cevap arama öğrenmenin en etkili yoludur ve muhakkak okumayı gerektirir. Okuma ve yazma arasındaki ilişki tavuk-yumurta ilişkisine benzer ve bu çözülmesi gereken bir paradoks değildir. Çünkü okuma ve yazma (tavuk ve yumurta) birbirini besler ve büyütür. Hal böyle iken okuma üzerindeki vurgumuzu, yazmayı hiç (ya da yeterince) hesaba katmadan sürdürüyor olmamız, okuma seviyemizi ve kalitemizi arttıramamamızın önemli sebeplerinden biridir.

Yazmak bizim eğitim, öğretim ve düşünce hayatımızda oldukça yaygın ve sağlam temellere oturmuş bir tarihe sahiptir. Geçenlerde katıldığım bir televizyon programında, sunucunun bana yönelttiği bir soruya “matbaayı geç kabullenmemizin gerekçesini bağnazlığa bağlayan” bir ifade ile giriş yapmasından anlıyorum ki bu tür kendinden oryantalist kabuller hala hükmünü icra etmeye devam ediyor. Halbuki Avrupa’da matbaanın yaygınlaştığı dönemde kitap yazımı ve üretimi (ve bunun etrafında çeşitlenen cilt, sayfa süsleme vs sanatlar) çok sayıda insanın meşgul olduğu büyük bir endüstri idi. Bu yaygın sektörün matbaaya, günün şartları içinde, ihtiyaç duymaması nedeniyle yer edinmekte gecikti. Bilim ve düşünce geçmişimiz, bugün henüz okuyup anlamak bir yana tasnif etmeyi bile başaramadığımız büyüklükte, kütüphaneler dolusu ve hemen her konuda yazma eserler bırakmıştır. Dolayısı ile yazmak bizim bilmediğimiz değil, zaman içinde gevşediğimiz bir alandır. Okumaya yaptığımız vurguyu, yanına -geç de olsa- yazmanın da önemini yerleştirerek hızlı bir şekilde dönüştürmeliyiz. Yazanlarımızın sayısını arttırarak okumaktan beklediğimiz faydaları daha hızlı ve etkili bir biçimde elde edeceğimiz ortadadır.

Buraya kadar yazdıklarımız, yazmanın da (en az) okumak kadar önemli olduğuna ikna etmek içindi. Teknolojinin her geçen gün ve her yönüyle yaşamı kontrol altına aldığı, bilginin dolaşımının insan kabiliyetlerinin çok üstünde bir hızla yayıldığı bir dönemin içindeyiz. Bu dönemin taşıyıcı ve dönüştürücü motoru, bilginin kaydedildiği veya gösterildiği (kitap, manyetik depolama alanları, ekranlar, hafıza üniteleri, kütüphaneler, veri yığınları) mecralar değil, “yazılım”; yani tüm o bilgiyi nasıl ve ne şekilde kullandığınız. Makine aklının, yapay zekanın gittikçe daha fazla etkinlik kazandığı bir dünyada makinenin onca veriyi nasıl işleyip sonuç/çözüm/cevap üreteceğine ilişkin faaliyetleri genel olarak Türkçe’de “yazılım” kelimesi ile karşılıyor olmamız bile zihin altyapımızda yazmanın ne denli önemli olduğuna delalet eder. İşi bilgisayar, elektronik, bilgi sistemleri vs. olmasa bile yazılım ile ilgili yeterli bir bilgiye sahip olmayan kişi ve toplumlar yeni dönemde cehalet kampına itilecektir. Yazabilenler, yazamayanlar karşısında geometrik bir hızla farkı açacaklar. Yazılım yoluyla kurulacak hegemonya, önceki sömürge biçimlerine rahmet okutacak türden olabilir.

Geldiğimiz noktada, yazmak artık iki kademeli olarak çok önemli. Birincisi, “geleneksel yazma” diyebileceğimiz (kitap, dergi, makale, senaryo ve bunların görsel işitsel dijital versiyonları) yazı hacmimizi çok hızlı bir tempoyla büyütmek. Bunun kişisel ve toplumsal gelişme için önemli ve etkili olduğunu yukarıda anlattık. Öte yandan yazdıklarımız büyük dijital veri okyanusuna katkımızı arttıracak, böylece bu okyanustan beslenen yapay zeka gibi yazılımlar karşısında “yabancılık” çekmeyeceğiz. İkincisi, “yazılım” dünyasındaki etkinliğimizi arttırmak. Küçük yaşlardan itibaren çocuklarımıza, gençlerimize “yazılım” öğretmeliyiz. Metin yazmasak da yazılanı okumakla yetinebileceğimiz günler geride kaldı. “Kod” yazmasak da okuyabiliyoruz diye bir seçenek yok maalesef. Ya kendi kaderimizi “yazacağız”; ya da bize “yazılan” kadere razı olacağız.

9 Şubat 2024

 

Yorum bırakın